HİLÂL-İ AHMER MECMÛʻALARI / CİLT 1
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Mecmû ‘ ası Sayı 11 352 Hilâl-i Ahmer'i Nasıl Görüyorlar? Çölde Hilâl-i Ahmer Bazen gazete sütûnlarında Hilâl-i Ahmer'e taʻalluk eden makâlelere, mütâlaʻalara tesâdüf edi- yoruz. Bu gibi yazılarda Hilâl-i Ahmer Cemʻiyeti'nin faʻâliyeti, hidemâtı, bulunduğu muhît üzerin- deki teʼsîrâtı bî-tarafâne tasvîr edildiğinden bunları târîhî bir hâtıra olmak üzere toplamağı münâsib gördük. İşte geçen Ramazân bayramında İstanbul sokaklarında tevzîʻ edilen Hilâl-i Ahmer çiçeğinin muharrirîn-i Osmaniye'den Falih Rıfkı Bey'e ilhâm etdiği "Hilâl-i Ahmer'e İthâf" unvânlı makâleyi bu esâsa binâen derc ediyoruz. 3 Haziran 1338 (1922) târîhli Akşâm gazetesinde çıkan bu güzel makâ- lenin metni şudur: "-Harb-i Umûmî'nin en harâretli senelerinde ve Sina çölünün en kızgın mevsiminde idi. Bir gün uzun [252] teftîş seyâhatinden dönüyorduk. Diğer üç arkadaşımla berâber bindiğimiz otomobil bozulduğu için kâfileden ayrıldık ve gece yarısına kadar ıssız çölün ortasında kaldık. Tabîʻatla insân arasındaki nisbet hiçbir dağın irtifâʻında ve hiçbir ummânın enginlerinde çölde hissedildiği kadar his- sedilmez. Hiçbir fen çöller kadar 'mesâfe'yi öğretmeğe muktedir değildir ve çöllerde bir gece yalnız kalmamış olanlara hiçbir edebiyât, ne Benî İsrail'in çekdiği mihneti ne de Hacer'in büyük fâciʻasını duyurabilir. İnsâniyet sular, sesler ve nehirlerle berâber hicret etmiş gibidir. Kum çöllerinde dağlar bile denizin dalgaları gibi fânidir. Kum çöllerinde, tıbkı denizlerde olduğu gibi tabîʻatın ve insânların büyük herc ü merclerinden hiçbir nişâne kalmamışdır. Nihâyetsiz mesâfelerde hiçbir ümîd olmadığını göstermek için bütün yıldızlar yanıyor ve ka- ranlık basdıkça üstümüze yaklaşıyordu. Bunların adedi ve ziyâsı ile yorulan gözlerimi kapadım ve insânlarla meskûn yerlerde, gecenin bu sâʻatinde işidilen sesleri ve köylerden sızan ışıkları tahayyül etdim. Şu esnâda bir köpek sesinden, bir ev, bir çadır ışığından daha şaʻşaʻadâr ne olabilirdi ve bil- mem kaç sâʻat sonra uzaklardan bizim için gönderilmiş otomobilin sesini duyduğum vakit çöl bir kâbûsun perdesi gibi yırtıldı? Gece yarısı otomobilin bütün hızıyla çölü aşıyorduk. Biʼrüssebʻ'e varmak için daha çok zamân vardı. Bir aralık ufukda birkaç hafîf ışık seçer gibi oldum. Acabâ bir menzil veya bir alây karârgâhına mı geliyorduk? Zîrâ arzın bu noktasında insânları tutan kuvvet askerlikden başka ne olabilirdi? En büyük zahmetlere bir askerden daha samîmî bir tevekkülle tahammül edebilmek için mer- hametin mecbûriyetden daha büyük bir kuvvet olduğunu o gece anladım. Gördüğümüz çadırlar bir Hilâl-i Ahmer hastahânesi idi. O geceden beri hayâlimde Sina çölünün hâtırası Hilâl-i Ahmer çadırlarının bu ziyâlarıyla aydın- lıkdır. Zannederim ki, hâlâ vâhasız ve serâbsız çöllerin müntehâsında bu ışıklar birer ümîd gibi yanı- yor ve birer kalb gibi çarpıyor. Kanal Seferi'nin meşakkatlerini çeken hangi askerde bu hâtıra yokdur? Hangi mecrûh bir damla su bulunmayan o çölde, bu şefkat menbaʻlarından kana kana içmedi? Bayramda kız ve erkek Türk yavrularının göğsüme her çiçek takışında bu levha tekrâr gözümün önüne geldi. Bu çiçek paralarının bir gün tabîʻatın ve insâniyetin hiçbir tesellîsi olmayan yerlerde en büyük ıztırâblara nasıl şifâ verdiğini düşündüm. Belki de bu hayır ve şefkat hâtıraları 'para'nın bütün cinâyetlerini afv etdirmeğe kâfi gelir. Hilâl-i Ahmer İstanbul'da bize muntazam işleyen bir makine gibi görünür. Ben onu bir kalb olduğu yerlerde tanıdım. Bu şefkati Trablus, Sina ve Hicaz çöllerinde, Erzurum dağlarında tatmış
Made with FlippingBook
RkJQdWJsaXNoZXIy NTY0MzU=